29 Eylül 2013 Pazar


10.08.2013 : Ulaan Bataar

Bugün Ulaan Bataar ‘daki son günümüz. Sabah 08:30 ‘da Hotel Kaiser ‘den ayrılıp minibüsümüze bineceğiz. Güneye doğru bir yolculuk var. Tipik bir yörük ailesine misafir olacağız ve onların adetlerini kendilerinden dinleyerek ve görerek öğreneceğiz.
Şehirden çıkışımız yine trafik sıkışıklığı içinde oldu. Şehirden yaklaşık 8-10 km çıkınca
Trafik sıkışıklığı sıkıcı olmadı. Yolun her iki tarafında yeşil stepler biteviye uzanıyor. Alabildiğine engebesiz arazi zaman zaman 50-80 metreye yükselen yuvarlak kıvrımlı tepeler oluşuyor. Geniş alanlara yayıldığı için dik ve yüksek görünmüyorlar. Her yer sanki otlak gibi yemyeşil. Toprak geçirimli ve kumlu bir toprak yapısında. 

Sağda ve solda bir çok at sürüleri var. Bunayaa ‘nın anlattığına göre bugün Guiness rekoru kırmak üzere 1000 adet at aynı anda yarışacakmış. Moğolistan ‘ın çeşitli yörelerinden bu yarış için gelen birçok at yetiştiricisi, sevdalısı var. Bunlar öbek öbek, birbirlerinden belli mesafelerde yolun sağında ve solunda konaklamışlar. Bazıları ger ‘lerde bazıları arazi araçlarında gecelemişler gibi görünüyor. Renkli giysili çocuk jokeyler at koşturacaklar. Buradaki yarışlar bizim bildiklerimizden farklı yapılıyor. 1 yaşındaki genç atlar 12 ila 15 km ‘lik dümdüz parkuru koşarken, 2-3 yaş gibi olanları 30 km koşuyorlar. Büyük olanları ise 40 km koşmak zorundalar. Jokeyler tamamıyla çocuk yaşta. 5, 6, 7, 8 ve en fazla 9 yaşlarında jokeyler renkli jokey kıyafetleriyle etrafta görünüyorlar. Bunayaa ‘nın ifadesine göre 3 yaşında bile jokey oluyormuş ancak çocuk hakları nedeniyle bunlar kontrol altına alınarak sınırlama getirilmiş.

Biz durmadan yola devam ediyoruz. Bir noktada asfalt yoldan sola doğru ayrıldık. Arazi üzerinde tekerlek izleri oluşmuş, toprak yoldan ilerliyoruz. Sabah güneşine doğru akıyoruz.
Etraf çok güzel; otlak tarzında yeşil step otlarıyla kaplı. Yumuşak yuvarlak tepeler var etrafımızda. Zaman zaman bulutların gölgesi düşüyor ve yeşiller tonlarına bürünüyor. 

Saat 09:30 gibi nomade ‘lerin konakladığı araziye geldik. Biraz üst kısımda tursitik amaçlı bir ger oteli kurulmuş. 15-20 ger ‘den oluşan ve etrafı tahta çitlerle çevrili büyükçe bir alan burası. Kapısı var ve içeriye girince tam karşıda yemekhane olarak kullanılan bir büyük ger var. İçinde bir kadın masaları hazırlıyor. Öğle yemeği burada yenecek. Hazırlık başlamış bile. Kadının 5-6 yaşlarında şirin mi şirin bir kızı var. Gülücükler attıkça gözleri görünmez oluyor. Annesine hiç askıntı olmadan zamanını geçiriyor. Ona yanımızda getirdiğimiz içi çikolatalı gofretlerden verdim. Mutlu oldu. Fotoğrafını çektim. Poz veriyor ve gülücükler dağıtıyor.  

 

Ger ‘lerin arasında ve öndeki geniş arazide dolaşan bir deve yavrusu var. Tüy dökümü aşamasında. Vücudunun kimi yerlerinde temiz, yeni tüyler çıkmış ancak sırtının ön kısımlarında ve iki hörgücünde yünler topak topak rulo şeklinde sıyrılıyor. Deve keyifle bizimkilerin elinden otlar yiyor. Sık sık geğirip geviş getiriyor. Deve yavrusu da mutlu, sevenler ve ilgilenenler de. Develi fotoğraflar çektik biraz.
 
  
Etrafta uçuşan veya yürüdükçe rahatsız olup yerden kalkarak ses çıkaran (horoz şekerine üflemişçesine ıslık tarzında ses) çekirgeler var. Uçarken sanki bacaklarının arasında erguvan renginde perdecikler açılıyor.

Saat 10:15 civarı yörük (nomade) ailesi kalabalık kadrosuyla bize doğru geldiler. Otantik kıyafetleri içinde yanlarında yaklarıyla birlikte geldiler. Yetişkin yaklar 400-450 kg ağırlığında. Normal ineklere kıyasla 150-200 kg daha ağır olabiliyorlarmış. Bol tüylü, bön bakışlı, çirkin hantallıkta, iri yaratıklar. Üzerlerine semer bağlanmış ve isteyenleri üzerine bindiriyorlar. Ağır adımlarla yürüyorlar. Güçlü hayvanlar olduğundan yük taşımakta mükemmel yararlı hayvanlar. Sütlerinden  peynir yapıldığı gibi içecek olarak da kullanılıyor. 

 Bu bızdık inanılmaz becerikli ve kuvvetli.

 Ailenin babası

  Hanım

  Erkeklerden biri.

 Bizimkiler, Ömer,Mehlika be Bunayaa.


Ağır ağır yürüklerin ger ‘lerinin olduğu alana girdik. Burası adeta kamp yeri gibi. Etrafta nomade ‘lerin çeşitli üretimlerine ait unsurlar var. Yak tüyünden keçe yapmak için kullandıkları silindirler, at dizgini yapmak üzere kurulmuş üç bacaklı sehpa, su taşımak ve depolamak için hayvan derisinden yapılmış tulum gibi şeyler.

Ger ‘lerden birinin içine davet edildik. Erkeklerden biri Moğol dilinde yaşantılarını ve yaptıkları işleri anlattı. Bize katılan diğer 15-18 kişilik turist grubunun rehberi tercüme etti.

Nasıl peynir yaptıklarını, nasıl at bindiklerini, nasıl keçe yaptıklarını kadınların bu keçeleri nasıl yer döşemesi ve duvar kaplaması haline getirdiklerini anlattı. Bu brifing ger ‘in içinde yaklaşık 1 saat sürdü. Ger ‘in içi ekşi kokuyor. Peynirleri de ekşi ve tuzlu. Sundukları çaylı süt de ekşi ve tuzlu. Bir önceki günün tecrübesiyle sütü içmedim. Peynirden kadını kırmamak için mecburen bir tane aldım. Peynirler muntazam olmayan şekillerde ve sarımsı renkte. Güneşte kurutularak yapılıyor. Yer fıstığı veya badem büyüklüğünde kurtçuklar şeklinde peynirler. 

Ailenin erkeği bir avuç içinde tutulacak büyüklükte yassı bir şişeyi sirkülasyona soktu. Yanındaki, o da yanındakine şeklinde ger ‘in içinde bulunanlara elden ele geçirildi bu şişe.
Şişenin içinde enfiye gibi ancak kakao renginde bir toz var. Muhtemelen doğal bir bitkinin un haline getirilmiş şekli. Sağ elle verip sağ elle almak gerekiyor. Ritüeli bu şekilde. Kapağını açıyorsun içinden şişenin dibine uzanan yassı bir kürdan gibi bir şey çıkıyor. Bunun etrafına tutunmuş olan tozlardan iki parmakla alıyorsun ve burnuna çekiyorsun.
1-2 kere hapşırmak iyi oluyor. Bu evin erkeğinin misafirler bir ikramı şeklinde algılanıyor. 

 




Ger ‘de işimiz bitti, dışarı çıktık. Dışarıda hava güzel ve güneş var. Ok atanlar var. Bildiğimiz yayla ok atıyoruz. Kadınlar için en az 60 metre erkekler içinse 75 metre atmak gerekiyormuş. Bizim Buyanaa gayet güzel oku fırlatıyor. Bizim denemeler biraz düşük kalıyor. Bu arada keçiler açık ağılın içine sokuldu. Bayağı çok hayvan var. Ömer bir yavru keçi kapmış kucağında bana gösteriyor. Dolaşıp fotoğraf çektim. Yaklar, keçiler, peyzajlar, insan portreleri v.s Çok çok renkli ve farklı fotoğraf çekmek mümkün. 
 Yaklar beklemede...
 
  Ağıldaki yörük koyunları

Bu arada 8-10 yaktan oluşan bir zincirleme konvoyu hareket ettirdiler. Bunlar üzerlerinde ger malzemeleri yüklü kağnılara benzer arabaları çekiyorlardı. Her yakın burun kıkırdağı delinerek içinde ip geçirilmiş. İpi ne tarafa çekersen yak kafasını o tarafa çeviriyor ve baktığı yöne yürüyor.  Böylece her yakın burnundaki ip önündeki arabaya bağlı ve konvoy yak hızında hareket ediyor. 

Bu gösteriden sonra hepimiz diğer turist kafilesiyle birlikte yukarıda yer alan ger kampına doğru yürüdük. Yaklaşık 400 metre ileride olan ve sabah oturduğumuz yere döndük tekrar.

Büyük yemekhane ger ‘ine yerleştik. Yemek için sofralar hazırlanmıştı. İlk önce güzl bir çorba geldi. Lezzetliydi. Sonra etli, patatesli bir haşlama geldi, yedik. Arkasından da içinde

İnce kesilmiş sığır etleriyle doldurulmuş çiğ börek geldi. Bu börekler bizim alıştıklarımıza göre biraz daha kalın hamurdan yapılmıştı. Dişleyerek yeniyor ve sonuna doğru içinde hapsolan yağ sıcak sıcak parmaklarından süzülerek akıyor. 

Yemeğimiz bittikten sonra yaklaşık 13:30 gibi buradan ayrıldık ve ilk önce toprak yoldan sonra da asfalt yoldan güneye ilerledik. Bir müddet sonra Hustai Doğal Parkı için asfalt yoldan çıktık sola ayrıldık. Toprak yolda zıplaya hoplaya minibüsümüzle ilerliyoruz. Yarım saatlik bir yolculuk sonunda Hustai Parkının girişine vardık. Burada kalacağımızı anneden

Kamp elemanları bavullarımızı almak üzere üzerimize geldiklerinde Bunayaa kalmayacağımızı sadece parkı gezip yemek yiyeceğimizi söyledi.  

Kampın girişine yakın bir ger ‘in içinde video gösterisini izledik. Hustai parkı hakkında ve buranın ana unsurları olan yabani atlar hakkında hazırlanan video gösterisini izledik.

20-25 dakika sürdü. Seyrederken dışarıda iyi bir sağanak yağmur başladı. Buradan çıkar çıkmaz hemen bitişikteki ger ‘de düzenlenmiş olan basit müzeyi gezdik. Bu parkın oluşturulmasında katkısı olan ve ana taşları koyan kimseler ve yabani atların hikâyesi özetlerle ve resimlerle verilmişti. 

Çıktığımızda yağmur azalmıştı ama yağmaktaydı. Hemen yemek ve kafe kısmına geçtik. Burası bir bina olarak düzenlenmişti. Lokanta kısmına oturduk. Çay aldık. Bu arada açık büfeden yemek alan 8-10 kişilik bir Türk grubuyla selamlaştık. Çaylarımızı içip biraz soluklandıktan sonra yanımıza parkın rehberi geldi. Hep birlikte bizim minibüsümüze atladık ve parkın ana yolundan ayrılmadan parkın içine daldık. Park engebeli, sağımızda solumuzda dağ, tepe ve kısmen ağaçları olan yamaçlarla kaplı. Buralarda 300 tane yabani at varmış. Gözle bunları tespit edip bulmaya çalışıyoruz. Çok uzaklara bakıyoruz. Görmek ve ortamdan ayırt ederek tespit kolay değil. Fakat yanımıza aldığımız parkın rehberi
nerelere bakacağını biliyor. Sağımızda yüksekçe tepelerde yaklaşık 1,5 km uzakta bir grup at sürüsü gösterdi. Dürbünle bakınca görülüyorlardı. Çıplak gözle ayrıt etmek zordu.
Durduk ve izlemeye başladık. Bir kare fotoğraf çektim. 70-200 mm ‘lik objektifi kullandım.
Ama yine de nafile. Gökyüzü de bulutlarla kaplıydı. Tekrar minibüse bindik aşağıya doğru devam ettik. Gözlerimiz hep at arıyordu. Ama nafile.

Aşağıda bir de su için toplandıkları yere uğradık burada da yoklardı. Bu arada etrafta bir iki tane porsuk gördük. Biz yaklaştıkça bizden kaçıyorlardı. Parkın gözlem ve araştırma binasının yakınından geçerek tekrar geri dönüşe geçtik. Dönüş yolunda da bakındık ama hiç at sürüsü göremedik.  

Hustai parkın çıkışına geldik. Aracımızı park ettik. Saat 17:00 gibiydi. Erken bir akşam yemeği için oturduk. Biraz önce oturduğumuz restorant bölümünde bize sunulan böf stragnof, pilav, yoğurtları yedik. Üzerine çayları içtik. Bu arada yağmur bitmişti ancak yerler ıslaktı. Gökyüzü bulutlarla kaplı güneşin güler yüzü aralarından bize görünüyordu. 

Az sonra yola çıktık. Minibüs bizi direkt tren istasyonuna götürecek. Asfalt yola bağlanana dek sanırım 5 km kadar toprak yolda, arazide gitmeliyiz. Bu arada bizim şoför biraz hızlı. Tekeri çamura veya yıvışık toprağa kaptıracak diye tedirginim. Derken biraz hız biraz dikkatsizlik karışımı bir anda minibüs yoldan çıktı. Her taraf düz olduğu için şanslıydık. Sağımız ve solumuz gayet düz araziydi. Minibüs spin attı. Devrileceğimizden korktum.

Neyse şansımız varmış. Arka tekerlekler yol kenarına takılmadı ve tam 360 derece döndük. Yola devam ettik. Bir süre sonra asfalttaydık. Ulaan Bataar ‘a doğru yol alıyoruz.

Yağmur sonrası her yer tertemiz. Gökyüzü pırıl pırıl. Sabahleyin gördüğümüz atçılar dağılmışlar. Hala dağılmakta olanlarına rastlıyoruz.Ulaan Bataar ‘a geliyoruz. Tren raylarının yakınından seyrediyoruz. Trenimiz 21:10 ‘da.

Vakitlice ve hatta erkenden tren istasyonuna ulaştık. Yaklaşık sekiz sularında istasyona vardık ve açıktaki taş banklardan birine yerleştik. Trenimiz henüz perona ulaşmamıştı.

Beklemeye koyulduk. Derken bir tern gelip, durup bekleyip gittikten sonra 20:45 ‘de bizim tren geldi. Trenin üzerinde Sukhbataar yazıyordu. Tabii Moğol yazısıyla. Ben Sukhbatar ‘ın doğuda olduğunu biliyordum. Bu trenden sonra bizim trenin yanaşacağını söylerken bir d baktık ki bu tren bizim trenmiş. Kadın kondüktör bize trene atlamamızı söylemesiyle 1 numaralı vagona doğru koşturmaya başladık. Gittik kompartımanımıza yerleştik.

Dördümüz bir kompartımandayız. Tren yola koyuldu. Koyulur koyulmaz Chingiz Khan votkamızı açtık ve treni az daha kaçıracak olup da ucundan kurtarmış olmanın mutluluğuyla yudumlamaya başladık. Votkanın içine Pekin ‘den alınmış olan mandalinalardan dilimler halinde atıp hafif mandalina kokusunun da tadına varmış olduk. Yarım şişe votkayı peynir, zeytin ve ekmekle mideye indirdikten sonra uyumak üzere tertibimizi almaya başladık. İstanbul ‘dan getirdiğimiz antep fıstığı ve bademler de votkaya eşlik etti. Bu arada iki öğündür yemek yemeyen Ömer Ulaan Bataar ‘dan satın aldığımız İğrenç kokulu noodles ‘ı yemek istedi. Sadece meraktan istediği belliydi. İçinden çıkan

Baharat poşeti ve toz haline getirilmiş tavuk suyunu noodle ‘ın üzerine dökünce iğrenç bir koku aldı kompartımanımızı. Onu yedi ve suyunu da kafaya dikti. Tabii sonuçlarına o gece  ve ertesi günü Irkutsk ‘a varana kadar hepimiz yaşadık. Üst ranzadan aşağıya kustu. Yerleri temizledim. Bir yandan tuvalete yetiştirmeye çalışıyordum. İğrenç bir geceyle baş başa kalmıştık.  

Sabah 06:00 ‘da tren Sukhbataar ‘da durdu. Yarı uykulu olarak vagonları ayırdıklarını veya birleştirdiklerini hissediyorduk. Derken bir adam geldi. Saat sekizde pasaport kontrolü için memurların geleceğini söyledi. Perondaki tuvaleti kullanmak için tuvalet parası ayırdık.

Sekizden önce tüm tuvalet ve temizlik işlerini bitirmek gerekiyordu. Gümrük çıkış işlemi için gelen memurlar herkesi kompartımanında ziyaret edip pasaportları damgalayacaklardı.
Derken memurlar saat sekizde çıkageldiler. Her kes kompartımanında beklemeye başladı.
Biz peronda tek bir vagon olarak kalmıştık. Bizi de sorguladılar. Pasaportları damgaladılar.
Ömer bağırsaklarından ve midesinden dertliydi pek ayağa kaldırmadan onun işlemini de yaptılar. 

Tüm vagon denetlenip işlemi bitirildikten sonra saat 10.00 gibi lokomotif geldi bizi Rusya ‘ya doğru çekmeye başladı. Yaklaşık 30-35 dakika sonra Rusya sınır kasabasına girdik.

Bu defa burada Rus yetkililer trene binmeye geldiler. İşlemler uzun sürdü. Her kes trende kompartımanında beklemek zorundaydı. İlk önce bayan polisler geldi. Bavullara baktılar.

Deklare edilecek bir şey olup olmadığını sordular. Bazı bavulları açıp içlerine şöylesine baktılar. Bir yandan da yakalarına monte edilmiş kamerayla kompartımanın ve işlemin videosunu çekiyorlardı. Böyle bir uygulamayı ilk defa görmüştük. 

Bunlar çıkıp gitti arkasından iki erkek polis geldi. Kibar ve nazikçe pasaportlarımızı ve fotoğraflarımızı kontrol ettiler. Ömer ‘in hasta olduğunu ifade ettim yerinden pek kaldırmadan onun da yüzünü fotoğrafla karşılaştırdılar. Her şey yolundaydı. Bu prosedür de tamamlandı. Arkasından tekrar bavullara bakmak üzere başka memurlar geldi. Bunlar da bazı bavullara bakmak içlerini görmek istediler. Sonra gittiler. Ama tabii bu işlemler Tüm vagon için yapıldığından uzun sürüyordu. Yaklaşık 12:30 gibi işlemler bitti. Tek bir vagon olarak Rusya tarafında, peronda duruyorduk. Trenin 14:00 ‘de kalkacağını öğrendik. Saat ikiye kadar hem vagonda hem de platformda yürüyerek etrafa bakarak vakit geçirdik. Yaklaşık 8 saat gümrük ve sınır geçiş işlemleri için beklemedeydik. Bu süre zarfında trenin tuvaletleri kilitli tutuluyordu. Özellikle Ömer ‘in derdi nedeniyle hepimiz sıkıntılıydık. Sonuna doğru ishal durumu dayanılmaz olmuştu. İstasyonda gitmeyi reddettiği için sonunda trenin hareket etmesiyle tuvalete koşturduk. Neyse az hasarla kurtulmuştuk. Çektiği acı suratından okunuyordu. Trenimiz uzun yolculuğuna devam etti.
Ulan Ude üzerinden Irkutsk. Geliyoruz.

26 Eylül 2013 Perşembe


09.08.2013 :   Ulaan Bataar

Kahvaltımızı otelde yaptık. Kahvaltı gayet güzel. Plastik folyo içine sarmalanmış ince yassı
peynir, domates ve salatalık, yumurta, reçel v.s her şey var. Açık büfe şeklinde çay ve
kahve seçeneklerini de değerlendirdik. Bu arada Türkiye ‘den gelirken getirdiğimiz siyah zeytinlerimizi ve beyaz peynirlerimizi de yedik. Sözleştiğimiz hareket saatinden 5 dakika önce minibüsümüz hareket etti. Sabahın Ulaan Bataar trafiğine dalmış bulunuyoruz. Yollarda bir kaos hali var. Şehrin doğu, kuzey-doğu yönünde ilerliyoruz. Bazı yerlerde oto lastik satış pazarları ve otomotiv yedek parçaları satan yerler var. Kaotik bir görüntü. Şehirden çıkış yolu burası. İnsanlar işlerine gidiyor. Hava güneşli ve sıcak. Yaklaşık 40-45 dakika asfalt (?) yolda, karayolunda ilerledik ve bundan sonra yol dışına daldık.
Arabalar tamamen arazide yol haline gelmiş toprak izleri takip ediyorlar. Gayri muntazam
4, 5 ve hatta 7 ayrı yol izine bile rastlanıyor. Vızır vızır ve tamamen cesurca toprakta araba sürüyorlar. Zıplaya hoplaya gidiyoruz. Yaklaşık 40-50 dakika sonra minibüsümüzün altında bir ses duyduk. Sol arka lastik patlamış. Hemen durduk ve lastik değiştirildi.
Etraf biteviye step tarzında. Otlarla kaplı düz otlaklar her yere uzanıyor. Ulaan Bataar civarı genellikle böyle. Toprağın yapısı geçirgen, kumlu bir halde. Şoför çocuk lastiğimizi yarım saatte değiştirdi. Buradan geri dönmeye başladık. Gelip geçenlere bir şeyler sordular. Tonyukuk Yazıtlarının yerini sormuşlar. Yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuktan sonra Tonyukuk yazıtlarına vardık. Hemen yakınlarında bunlara bakan bir aile yaşıyor.
Onlara merhaba diyerek yazıtların bulunduğu demir parmaklıklarla çevrelenmiş alana gittik. T.C. Başbakanlık tarafından yapıldığını ifade eden Başbakanlık armaları var. Burada tüm arazilerde off road olarak araç sürülebiliyor. Engebe, çukur v.s yok.

Yaklaşık 700-800 metrekarenin içinde Tonyukuk yazıtları iki dik taştan oluşuyor. Dört yüzü olan taşlara Göktürkler ‘in Tonyukuk ‘u tarafından düşünceler yazılmış. Oyma ve kazıma şeklindeki yazılar o zamanlardaki olayları, dostları, düşmanları ve yaşam ve siyaset konularından bahsediyor. İki dik yazıt taşının dışında bazı kalıntılar da mevcut. 
  Tonyukuk yazıtlarından alıntı

Buradan ayrılıp buraya bakan ailenin yaşadığı ger ‘e gittik.
 Ömer yeni doğmuş keçi yavrusuyla
 Ger 'de ağırlanıyoruz.
 Ger 'in içinde özel komodin
 Kış için et kurutma çalışmaları
Onların mutfak ger ‘inde misafir olduk. Yaşlı kadın ve adam ve bir de torunları vardı. Kızı ve oğlu (veya damadı) hayvan otlatmaya çıkmışlar. Bunların küçük baş hayvanları varmış. Ağırlıklı olarak keçi. Buraları keçilere uygun yerler. Genel olarak hayvancılık için mükemmel alanlar.
Biraz fotoğraf çektim. Kadıncağız bize çaylı süt ve yoğurttan yapılan votka ikram etti.

Bir yandan da ger ‘in tam ortasında yanmakta olan sobanın üzerinde votka yapımı sürüyordu. Bu arada kurutulmuş peynirler ikram edildi. Genelde her şey bana ekşi ve tatsız geldi. Bu arada bir gün önce doğmuş henüz göbek bağı kopmamış keçi yavrusuna sarıldı bizimkiler. Sevdiler oynadılar filan. Dışarıda kalınca bir kazığa at bağlıydı. Fotoğrafladım.

Daha sonra yaşam mahali, yatma yeri olarak kullanılan diğer ger ‘e geçtik. Orası özenle düzenlenmişti. 2 yatak, 1 kanepe ve bir süslü aynalı komodin vardı. Güneş enerjisini kullanarak aküleri şarj edebiliyorlar ve TV seyredebiliyorlardı.
Ger ‘ler yaklaşık 6-7 metre çapında silindirik çadırlar. Yanal yüzü verev olarak çatılmış ve
açılıp kapatılabilir makas yapıda kalınca ahşap çıtalardan oluşuyor. Yaklaşık 6-7 adedi yan yana getirilip ger ‘in silindirik çevreleyen duvarının karkası kuruluyor. Sonra bunun üzerine dışarıdan keçe sarılıyor. Keçenin üzerine de branda gibi bir malzeme. Ger ‘in üstüne tam ortasına yusyuvarlak bir çatkı konuluyor. At arabası tekerleği gibi ancak biraz irice.

Çapı yaklaşık 120 cm gibi. Bu tekerleğin altına İki adet kalas sütun olarak konuluyor. Ger ‘in ana taşıyıcısı olarak.
Tekerleğin dış çevresinde onlarca delik açılmış. Bu deliklere radyal olarak 80-100 adet çubuk geçiriliyor. Bunların en dıştaki uçları önceden anlattığım yan duvarların üst bölümlerine bağlanıyor. Çadırın tepesine de keçe geçiriliyor. Yağmura karşı güzelce branda kaplanıyor. Aslında bu branda yerine eskiden hayvan derileri kullanılırmış. Ger ‘in içine tam orta yerine dik yatay bir soba kuruluyor. Dik bir baca üstteki tekerlekten dışarı doğru çıkıyor. Ger ‘in kapısı ise insanın kafasını az biraza eğerek geçebileceği yükseklikte (170 cm gibi). Kapı ahşap ve dışarıdan çok süslemeli. Kapı dışa doğru açılıyor. Ger ‘in içine girince sağ taraf mutfak ve kap kacak için ayrılmış, hemen sonrasında kadının yatağı geliyor. Yatağın baş ve ayak uçları çekmeceler içeriyor.

Yataktan sonra süslü, desenli renkli aynalı bir komodin var. Fotoğraflar ve çeşitli değerli süsler bulunuyor.Ger ‘in kapısından içeri girilince sol taraf ise atla ilgili ve erkeğin kullandığı takım taklavata ayrılmış durumda. Hemen sonrasında erkeğin yatağı ver. Yerden 50-60 cm yükseklikte bir masa bulunuyor. Ana hatlarıyla ger ‘ler böyle düzenlenmiş. 

Buradan ayrıldıktan sonra yaklaşık ½ saatlik bir yolculukla kara yoluna çıktık ve Cengiz Han ‘ın heykelinin bulunduğu alana vardık. Çok yüksek ve alımlı, ilgi çekici bir heykel. Atının üstünde altın kamçısıyla duruyor. Tamamen paslanmaz çelikten yapılmış bir heykel.
Bir Moğol sanatçı tarafından tasarlanmış, yaklaşık 30 metre yüksekliğinde.

Yüksek fakat tek katlı bir fuayenin üstüne yerleştirilmiş heykelin baktığı yön doğduğu şehir yönüymüş. Heykelin yeri ise söylentiye göre çocukken kamçı bulduğu yermiş. Rivayete göre kamçı bulan kimsenin başarılı ve hükümran olacağı söylenirmiş. 
                                    Chengiz Khan
Geniş ve davetkâr merdivenlerden tırmanarak sağlı sollu 4 atlı savaşçı heykellerinin  arasından çıktık ve ilk önce giriş katında bulunan dev bir Moğol çizmesinin önünde fotoğraf çektik. Sonra Buyanaa ‘nın önü çekmesiyle asansörle heykelin en üst katına çıktık.

Üst kata dar bir merdivenle tırmandık ve açık merdivenle atın ensesinden yaklaşık 2 kişinin rahatça yürüyebileceği merdivenden Cengiz Han ‘ı tam cepheden görecek şekilde atın tepesine tırmandık. Buradan hem heykeli hem de etrafı gözlemledik.
                                      
Cengiz Han ‘ın heykelinden indikten sonra yola devam ettik. Yaklaşık 15-20 dakika sonra
Doğal Parka ulaştık. Burada ilk olarak yemek yiyeceğimiz lokantaya geldik. Yuvarlak bir mimarı ve tamamen ahşaptan yapılmış etrafı tamamen görebilecek pencereleri olan bir lokanta. Yaklaşık 15-18 adet radyal olarak düzenlenmiş pencerelerin önüne denk getirilmiş
masalar ve sandalyeler var. Birine oturduk. Buyanaa ve şoför çocuk hemen bitişiğimizdeki masaya oturdular. Gayet güzel yemekler. Çorba da çok lezizdi.
Yemekten sonra bir süre oyalandık, tuvalet ihtiyacımızı giderdik ve dışarıda brandadan yapılmış sundurmada oturduk. Sonra minibüsümüze bindik ve kaplumbağa kayasının olduğu yere gittik. Kaplumbağa kayasına 200 metre kala fotoğraf çekmek üzere durduk.
Aslında tamamen kayaların üst üste dizilimleri sonucunda oluşmuş kafası ve iri gövdesiyle
ve ön bacaklarıyla bir kaplumbağa söz konusuydu.
                                        

Daha sonra minibüsle kaplumbağa kaysının dibine ulaştık. Buyanaa, Ömer, Evre ve ben kaplumbağa kayasına tırmandık. 5-6 dakikalık basit bir tırmanışla kaplumbağanın iç kısmında her taraftan kapalı sadece üstü açık bir bölüme ulaştık. Yaklaşık 15-20 metrekarelik bu yerde ortada bir masa şeklinde kaya vardı ve insanlar buraya –her nedense- kağıt paralar bırakmışlar ve uçmasın diye de üstlerine taş koymuşlardı. Dilekleri için adak niteliğindeydi. Buraya kısaca bakıp hemen altında yer alan bir kaya çatlağından bir vücut hareketi ile sıyrılarak geçtik. Bir alt kademeye ulaştık. Burası etrafa açık bir teras niteliğindeydi ve 60-70 metre aşağıda ata binenler, araba yolu v.s görülebilmekteydi.
Biraz burada hoşbeş ettik. Sonra tekrar geldiğimiz dar çatlaktan geçerek ve tersine sürünerek yukarı çıktık. Çıkmak daha çok dikkat ve özen gerektiriyordu. Yolumuza devam ederek kaplumbağa kayasından çıkıp aşağıya indik. Minibüsümüzde bizi bekleyen Mehlika ‘yla buluştuk. Buradan at binmek üzere az ilerideki ger ‘e gittik. At işini düzenleyen atçı kadın ger ‘de bize özel çaylı süt ikram etti. Buna “aerig” diyorlar. At sütünün fermente edildikten sonra çayla karışmış hali. Ata binmek üzere hazırlandık. Bize verilen tozlukları, kaskları taktık. Hazırlanan atlara bindik. Sütçü beygiri tarzında olan bu atlar kısa boylu ve dayanıklı atlar. Mehlika dahil hepimiz at bindik. 45-50 dakikalık bir gidiş geliş yaptık. Dönüşte atların dörtnala kalkmasından keyif aldık. Tekrar hareket ettiğimiz başlangıç noktasına vardığımızda saat 7 ‘ye az kalmıştı. Soyunduk ve toparlandık.
Şimdi şehre, Ulaan Bataar ‘a dönmeye hazırız. Yaklaşık 2-2,5 saatlik bir yolculuktan sonra
Ulaan Bataar ‘a otelimize vardık. Saat 21:30 sularıydı, odalarımıza çıktık. Yorgunduk.

Mehlika odasında kaldı ve biz erkekler yürüyerek Ulaan Bataar ‘ın işlek merkezine doğru yürüdük. Tam bizim otelin köşesinde bakkalımsı bir küçük market vardı. Oradan ertesi günkü tren yolculuğu için alış veriş yapmak istedik. Şansımıza bakkalın genç kızı Türkçe konuşuyormuş o bize yardımcı oldu. 2 adet mug, 2 erişte hazır yemek, 2 noodle hazır çorba, bir Cengiz Han votka filan aldık. Ben bunları otele bıraktım, çocuklar beni bakkalın köşesinde beklediler. Sonra onlara katıldım. Birlikte şehrin merkezine doğru yürüdük.
Sukh Bataar meydanından geçtik. İleriden sola döndük ve burada Ömer Grand Khan ‘ı
gösterdi. Burası bir gece önce bir şeyler içtiğimiz Irish Bar ‘dı. Oturduk yemek sipariş ettik.

Yedik ve biralar içtik. Ömer tavuklu piza yedi. Ben ve Evre tavuklu bir yemek sipariş ettik. 


Birlikte paylaşarak yedik. Lezzetliydi. 11:30 gibi hesabı ödedik ve otele doğru yürüyüşe geçtik. Ertesi günü 08:30 ‘da hareket edeceğimizi bilerek ve hatırlayarak uyumaya çekildik.

24 Eylül 2013 Salı


08.08.2013 :

Ulaan Bataar ‘da bizi Juulchin Seyahat firmasının şoförü karşıladı ve sağdan direksiyonlu bir minibüsle Kaiser Otel ‘e götürdü. Trafik çok dolu. Yollar dar ve bozuk. Kurallara uyuyorlar ancak çok araba olması nedeniyle vakit kaybediyoruz. Minibüste bir Alman kız ve erkek arkadaşı da var. Onlarla muhabbet ettim. Friedrich Ebert Stiftung ‘da çalışıyorlarmış. Kız yılda birkaç kez Moğolistan ‘a geliyormuş ve araştırma yapıp raporlar hazırlıyormuş. Erkek arkadaşı ise ilk kez geliyormuş. Adı Jan. Aynı otelde kalacağız onlarla. Onlar bir gece kalıp Moğolistan ‘ın batısında bir yerlere yürüyüş ve kamp için gidecekler.

Otel ‘e ulaştık. Saat yaklaşık 11:00 gibi. Odamız hazır değil. Lobby/restaurant kısmında Ömer ‘le oturduk. Bir soğuk bira iyi geldi. Otel bayağı iyi durumda. Tam yanımızdaki bina bir hastane. Hastanenin karşısında Hotel Platin var. Odamız hazırlandı ve odaya geçtik.

Odamız büyük ve yerler halı kaplı. Odada acayip bir koku var. Sanırım halıdan kaynaklanıyor. Ömer ‘le odamıza alışıyoruz. Derken Evre gelmekte oldukları Çin-Ulaan Bataar treninden telefonla bizi aradı. Yaklaşıyorlarmış. Yaklaşık 13:00 gibi geldiler.

Bu arada Juulchin firmasından Mona aradı. Saat 14:00 ‘de onların ofisine davet etti.
Bizim toparlanıp otelden çıkışımız 14:10 ‘u buldu. Otele çok yakın ofislerine yürüyerek ulaştık. Saat 14:30. Ulaan Bataar ‘da kalacağımız 2,5 günü birlikte karara bağladık.
Bir pazarlıkla sonuçlandırdık. 1,350.-USD nakten ödedik. Güler yüzlü ve sempatik insanlar.
Profesyonel bir ofisleri var. Yeni 3 katlı bir binanın 2. Katını tutmuşlar. Yaklaşık 200 m2 ‘lik bir alanda 8-10 kişi çalışıyorlar.

Bize rehberlik yapacak genç ve şirin kızla tanıştık. Kibar ve narin bir kız. Adı Bunayaa.
İngilizcesi çok iyi. Bizi hemen şehir turu için aldılar, bize ayrılan minibüsle şehir turumuz başladı. İlk ziyaret bir zamanların İmparatorunun konağı/sarayı olarak tamamen ahşaptan inşa edilmiş bina: Bogd Khan Sarayı. Müze statüsünde gezdiriyorlar. Burada müzeler 17:00 ‘de kapandığı için sadece burayı gezdik. 
 
 


Sarayın bizim bildiklerimizle pek bir ilgisi yok. Büyük bir bölümü yok olmuş. Kalan kısmı ise yaklaşık ¼ ‘ü. Yaşadığı kışlık saray iki katlı. Bir zamanların Ulaan Bataar ‘daki en yüksek bina diye ifade ediliyormuş. Doğrudur çünkü Moğollar tamamen “ger” adı verilen yuvarlak ve üstü hafif konik kubbemsi olan çadırlarda oturmayı adet edinmişler.

Tamamen ahşaptan yapılmış Bogd Khan kompleksine süslemeli yüksek bir kapıdan giriliyor. Kapı ayrı bir önem ve özene sahip olarak yapılmış. Oymaları ve süslemeleri dikkat çekiyor. İçeri girerken yine kapalı bir kısımda sağda ve solda 2 ‘şer olmak üzere dört mevsimi temsilen koruyucu adını verdikleri ahşap tanrı heykelleri var.

Burayı geçince bahçe bölümüne çıkılıyor. Yaklaşık 600-800 m2 ‘lik bir dikdörtgen bahçe.
Orta eksenindeki yoldan yürüdük. Orta mesafede sağda ve solda iki ayrı ibadethane (küçük tapınak binası var). Sağdakinde ipek kumaşlara işlenmiş ve doğal boyalarla boyanmış iki boyutlu Buda  posterleri var. Çeşitli tanka eserler var. 3 odadan oluşan bu bölümü gezdik. Geldiğimiz kapıdan çıkarak bahçeye ve enlemesine tam karşıya geçerek bu defa metallerden yapılmış Buda heykel ve süslemelerini içeren diğer tapınağa geçtik. Burası da 3 odadan oluşuyor. Gezip çıktık. Bahçenin sonunda tam kapının karşısında yer alan ahşap binaya geçtik. Burada da çeşitli eserler ve Budizmle ilgili çeşitli süslemeler var.

Bahçede yer alan binaları gezdikten sonra hemen bitişik bir bahçede yer alan Bogd Khan ‘ın kışlık sarayı olan beyaz boyalı 2 katlı binaya ulaştık. Üst kata çıktık. Birbirinden geçilen ortası koridor şeklinde tasarlanmış sarayda çeşitli odalar mevcut. Yatak odaları, oturma bölümleri v.s  Alt katta Bogd Khan ‘ın içi doldurulmuş hayvanlardan oluşan koleksiyonu var. Üstü kar leoparı postuyla kaplı ger var. Bogd Khan sarayından ayrıldığından beri temizlik bile yapılmamış sadece koruma altına alınmış bir saray burası.

Buradan ayrılıp tüm şehri rahatça gören bir tepede yer alan anıta gittik. Araçlar bir yere kadar ulaşıyor ve sonrasında yaklaşık 150 basamaklı geniş bir merdivenden tırmanarak tepeye ulaşılıyor. Bu arada bir yağmur başladı. Yukarıda çepeçevre betondan yapılmış bir
pano var. İçe bakan yüzeyi çeşitli kahramanlık hikâyeleriyle süslenmiş modern mozaik tarzında. Ortada durup görselleştirilmiş hikâyeleri izlemek mümkün. Buradan şehri izledik.
Hava bulutlu ve yağmurlu. Şehrin içinden akan nehrin doğu tarafındayız. Bu bölüm yeni yapılan inşaatlarla zengin bir muhit haline geliyormuş.

Aşağıda hemen tepeden inince rahatça ulaşılacak mesafede altın renginde bir büyük Buda heykeli var. Arabayla buraya indik. Burası Buda parkı diye geçiyor. İnsanların dinlenme ve havalanma yeri şeklinde bir park. Ortasında yerden yaklaşık 20 metre yüksekliğinde ayakta duran bir Buda heykeli var. Parkın bir yanında büyük bir Budist davul diğer yanında ise bir çan duruyor. Bunlar yaklaşık 5 x 5 metrelik üstü sundurmalı beton platformlarda yer alıyor. Stresle veya sevinçle davul çalmak ve için halka açık bir davulmuş bu.Yeni evlenenler de bu parka geliyor. Resimler çektirip mutluluklarını burada paylaşıyorlar.Bir evli çift de biz oradayken resimler çektiriyorlardı.

Bundan sonraki durağımız tiyatro. Turumuzun paketi içine yer alan tiyatroda folklorik unsurlardan bir demet sunuluyor. Tam 18:00 ‘de başladı. Çok özenle düzenlenmiş bir tiyatro binası ve salonu. İçeri girdik. Kırmız koltuklarda yerimizi aldık. Çok özenle hazırlanmış çeşitli gösteriler izledik. Folk danslarının yanı sıra gırtlaktan şarkı söyleyenler İlgi çekiciydi. Sadece gırtlaklarını kullanarak yükselip alçalarak şarkı söylüyorlar. Müzik eşliğinde de olabiliyor. Bir ara tek bir kız çocuğu çıktı ve “lastik kız” hareketleri yaptı. Olmayacak elastikiyette bedensel birçok gösteriyi yaptı. Bunların hiçbirinde fotoğraf çekilmesi mümkün değildi. Gösteri yaklaşık 1 saatten fazla sürdü. 

Buradan çıkıp şehrin ana caddelerinden birinde yer alan Gomongo tarzı bir BBQ salonuna gittik. Seçimlerimiz yapıp lezzetli yemeklerimizi keyifle yedik. Buradan çıkıp para bozdurduk. Moğol parası Tugrig olarak geçiyor. Para bozdurduktan sonra hemen yakınında bulunan Grand Khan adlı Irish Pub ‘da oturduk. Hepimiz bir şeyler içtik. Bunaya ‘ya da ikram ettik. Kahveler güzeldi. Kahvenin yanında da bir tek Chingiz Votka iyi oldu.Az veriyorlar ve 50.-Tugrig alıyorlar.Yaklaşık 12.00 gibi otele geri döndük. Ertesi günü 09:00 ‘da çıkmak üzere sözleştik.